“Ne kadar çok silahın, ne kadar gelişmiş teknolojin olsa da, dünya aşksız yaşayamaz.”
Herkesin çocukken en az bir filmini izlediği ya da televizyonda gördüğü, insan ilişkilerine, doğaya ve evrene bakış açısıyla sadece çocuklara değil; yetişkinlere de ulaşmayı başarmış yaratıcı ruh Hayo Miyazaki, 1941 yılında Tokyo’nun Bunkyo bölgesinde yaşayan dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi.
Babası aile işi olarak savaş uçakları için parça üreten Miyazaki Airplanes şirketinde çalışıyordu. II. Dünya Savaşı Japonya’yı fazla fakirleştirmiş olsa bile Miyazaki ailesin ekonomik durumu yerindeydi. Miyazaki yaptığı çeşitli röportajlarda bu durumdan fazlasıyla utandığını ve savaş konusunda ailesinin de sorumlu olduğunu dile getirmekten kaçınmıyordu. Savaş yıllarında daha bebek olan Miyazaki’ye bakan annesi tüberkloza yakalandı. Bu ailenin hayatını tam anlamıyla parçaladı. Annesi 1947–1955 yılları arasında hastanede uzunca bir dönem tedavi altında kaldı. Miyazaki küçük yaşta annesinin bu yokluğundan çok fazla etkilendi. Hatta ilk filmlerinden olan Komşum Totoro (Tonari no Totoro, 1988) filminde bu boşluğu ele aldı.
Savaşın bu kasvetli zamanlarında Miyazaki Toyotama Lisesin’deki eğitim hayatını sürdürüyordu. Lisede diğer yaşıtları gibi üzerinde psikolojik bir baskı hissediyordu ve bu baskıdan kurtulup kendini özgürleştirmek için bir çıkış kapısı ararken mangalarla tanıştı. Miyazaki okuduğu mangaların büyük etkisinde kalmıştı. İkinci kırılmasını da Japonya’nın ilk uzun metrajlı, renkli animesi olan Beyaz Yılan Efsanesi’ydi (Hakujaden, 1958). Bu film Miyazakiyi mangadan animeye doğru itti. Ama en büyük değişimi sanata karşı bakış açısı oldu.
Liseyi bitirdikten sonra Kyoto’da Gakushin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Ekonomi okuyan Miyazaki daha okula geldiği ilk günden yapmak istediği işin bu olmadığının farkındaydı. Tam da bu nedenle üniversite yıllarında kendini okumaya ve filmlere vererek manga ve anime üzerine çalışmaya başladı. Üniversitesini bitirdikten sonra Miyazaki direkt olarak Toei Animasyon’a başvurdu. Bu şirkete başvurmasının en büyük nedeni ise Toei Animasyon Beyaz Yılan Efsanesi’ni yapan şirketti. O giriş o giriş oldu. Bu yıllardan sonra Miyazaki animasyonu asla bırakmadı ve hala günümüzde aktif olarak çalışan Studio Ghibli adlı animasyon stüdyosunu kurdu.
Şimdi de onun sinemasının neden bu kadar değerli ve başarılı olduğuna gelelim. Miyazaki sinemasının ana temasını dünya ve insanların duygularından alıyor. Hatta Miyazaki’nin en ünlü eseri olan Spirited Away Japonyada ilk defa vizyona girdiğinde tüm seyirciler ağlamış. Çünkü Miyazaki filminde Japonya’nın savaş yıllarından gelen birçok detay bulundurmuş.
Princess Mononoke filminde ise asıl temanın doğa, Porco Rosso’da ise faşizm, Howl Moving Castle ve Ponyo gibi filmlerininde ise saf sevgi olduğunu görüyoruz. Yani Miyazaki sanatını insanlardan ve insanların caniliklerinden, dünyadan ve en önemlisi doğadan alıyor.
“ İnsanlar ve ağaçlar, bir zamanlar arkadaştılar…”
Ama bence onu asıl Miyazaki yapan şey konuları değil; bu konuları işleyiş ve anlatış biçimi. Miyazaki’nin konuları hen ne kadar gerçekçi olsa da bu konuları birbirinden çok farklı ve devasa fantastik evrenlerle işleyip seyirciye anlatması onu benzersiz kılıyor. Gerçekçi bir konuyu gerçek üstü bir evrende samimi ve içten anlatmayı başarabilen çok nadir insanlardan bir tanesi Miyazaki. Sinemasının bu özelliğinden dolayı ele aldığı konular çok etkili bir şekilde karşıdakinin yüreğine dokunurken aynı zamanda yarattığı fantastik evrenle sizi büyüleyen bir yapısı var.
Aynı zamanda oluşturduğu bu fantastik evren o kadar samimi ve “gerçekçi” hissettiriyor ki, asla evrenin ögeleri gözünüze batmıyor. Bunun sebebi animasyon tarzının basitliğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Dışarıdan bakınca çok yaratıcı ve ayrıntılı gözüken karakter ve mekan tasarımlarını irdelediğinizde aslında yapılan şeylerin olabildiğince sade ve abartısız olduğunu görüyorsunuz. Bu durum insanların filme daha rahat girip hemen alışmasını sağlıyor ve kimse filmden soyutlanmıyor. Çoğu fantastik filmlerde yaşanan evrenden dışlanma ve uzak kalma hissini şu ana kadar Miyazaki sinemasında yaşayan bir insan görmedim.
Bu usta sanatçıyı evrensel yapan diğer ve en önemli faktör bence her kesme hitap edebilmesi. Yaşlı, çocuk, genç ya da yetişkin fark etmeksizin herkesin eğlenip bir şeyler öğrenebileceği şekilde sembolizme dayanarak asıl işlediği konuyu direkt insanların suratına vurmaması. Onun ana fikrini bazen sessiz bir manzarada, bazen de bir replikle anlayabiliyor olmanız onu eşsiz kılıyor.
“Balık da olsa, insan da olsa veya ikisinin arası bir şey de olsa fark etmez; ben Ponyo’yu seviyorum.”
Bu yapmış olduğu anlatımla çocukları düşünmeye sevk ederken, aynı zamanda yetişkinlere de çok insancıl ve basit bir ders veriyor. Miyazaki sinemasını çocukları eğitmek ya da yontmak için değil; yetişkinlerin içindeki çocuğa ulaşıp onların da bir zaman insan olduğunu yüzlerine vurmak için çekiyor. Times dergisinin hazırladığı ‘Dünyanın En Etkileyici İnsanları’ listesinde bulunmasının şaşırtıcı olmadığını bir kez daha anlıyoruz.
Değerli incelemesi için üyemiz Ozan Asma’ya teşekkür ederiz.